Büyük Buhran’ın Meyveleri: Gazap Üzümleri - Emrecan Konyalı




“Üretimin durmadan altüst edilmesi, bütün toplumsal koşulların aralıksız sarsılışı ve bitmek bilmeyen bir belirsizlik ve çalkantı burjuva dönemini öteki bütün dönemlerden ayırt eder.”der Komünist Manifesto.
1920’lerde Amerika sonradan bakıldığında iki savaş arasındaki ekonomik durgunluğu atlatmak için “spekülasyonlara” başvurdu. Şirketlerin hisse senetleri, sigorta poliçeleri, devlet tahvilleri vb. kağıttan varlıklar Amerikan rüyasının temellerini oluşturuyordu. Kolay para ekonomisi, kapitalistlerin ceplerini doldururken sömürülen sınıfların omuzlarına büyük yükler bindirecek ve bu sınıflar için “büyük bunalımların” kapısını aralayacaktı.Spekülasyonlar doğrultusunda işleyen bu sistem kağıt varlıklara olan talep ve onların değerlerinin yükselmesi üzerinden çalışıyordu. Kağıttan varlığa olan talep yükselirse onun fiyatı da yükselecek, yatırımcılar bu fiyat artışının ileride de devam edeceğini umarak onu almak isteyeceklerdi. Balon ekonomisi bu şekilde hızla şişti, şiştikçe çekici hale geldi ve kapitalistlerin ağızlarını sulandırmaya devam etti. Ekonomik durgunluktan kurtulmaya çalışan sermaye Wall Street Borsası’nın spekülasyon balonunu şişirmişti. Balon yerden gittikçe yükseliyor kağıt varlıkların fiyatı ile metaların gerçek değerleri arasındaki dengesizlik artıyordu. Şirketler hisse senetleriyle birbirlerine kenetlenmişlerdi. Bütün bunlar ekonomik krizi kaçınılmaz kılacak, kapitalist ekonomi sistemin krizlere muhtaç olduğunu tekrar gösterecekti. Tarım sektöründeki durgunluk ve sanayideki aşırı genişleme finansal çöküntüyü tetikleyecekti. On yıl içinde hızla şişen balon aynı hızla sönmeye başlayacak, değerler aynı hızla düşüşe geçecekti.1929’da Wall Street Borsası çöktü, bu çöküş Dünya Ekonomik Krizine yol açtı. Birbirinin omuzlarına tutunup ayakta kalan devletler Amerika’daki düşüşün ardından ekonomik olarak ayakta kalamayacaklardı.1932’de işsizlik 40 milyonu buldu, patronlar baskılarını daha da arttırdı, iş gücü ağır; ücretler düşüktü.

     Yüz milyonlarca insanı etkileyen bu dönem sanatçıların eserlerinde de kalıcı izlere yol açacaktı elbette. Filmlerde, romanlarda, fotoğraflarda hissedilecek; Walker Evans, Steinbeck, Dorothea Lange eserlerini bu dönem üzerine kuracaktı.
Yazının devamında Steinbeck’in hayatına kısa bir bakış attıktan sonra Steinbeck’in Gazap Üzümleri’nden ve dönemin havasından bahsedeceğim. Tabii konu Büyük Buhran olunca Steinbeck’in de Gazap Üzümleri için esin kaynağı olduğu söylenen Migrant Mother fotoğrafından ve Dorothea Lange’in dönemin atmosferini yakından gösteren diğer fotoğraflarına da değinmeden geçmek olmaz.
Yazar John Steinbeck birçok romanında, fotoğrafçı Dorothea Lange yine birçok fotoğrafında dönemin çilelerini ve acılarını, sefaleti ve geçim derdindeki aileleri işledi.
John Steinbeck 1902 yılında ABD’nin Kaliforniya eyaletinde doğdu.Üniversite yıllarında öğrenimini devam ettirebilmek için birçok farklı işte çalışmıştı.1920-1926 yıllarında aralıklarla devam ettiği üniversiteyi bitiremedi. Duvarcılık, boyacılık, eczacılık gibi farklı işlerde çalışırken sonraki yıllarda eserlerinde işleyeceği hayatları yakından gözlemleme fırsatı bulmuş, bizzat o hayatları yaşamıştı. İlk kitabı Altın Kupa pek ses getirmese de sonrasında yazdığı Bitmeyen Kavga’da iki Marksist işçi önderini anlatmış ve işçilerin bitmeyen kavgalarını anlattığı bu kitabıyla adından oldukça söz ettirmişti.1937’de iki evsiz çiftlik işçisinin hayatını anlattığı Fareler ve İnsanlar yayınlandı. Kendisine Pulitzer ödülünü  kazandıran, Joad ailesinin hayatta ve bir arada kalma mücadelesini anlattığı Gazap Üzümleri 1939’da yayınlandı. Gazap Üzümleri ayrıca Steinbeck’in edebi açıdan zirveye çıktığı eseri olarak da günümüz edebiyatında yerini aldı.
Zorunlu Yolculuklar
Gazap Üzümleri Joad Ailesinin ve Jim Casy’nin hayatta kalma savaşını anlatıyor ve dönemin atmosferine ışık tutuyor. Hayatta kalma savaşı derken nelerin anlatılmak istendiğini açmakta fayda var.ABD’de krizin; işsizlik, sağlıkta ve eğitimde imkansızlıklar, reel ücretlerde düşüş gibi sosyo-ekonomik yansımaları  emekçi kesimler tarafından hayatın gerçekleri haline gelmişti. Dolayısıyla bu kriz koşulları insanları radikal kararlar almaya itiyor ve onları doğup büyüdükleri topraklardan ayrılmak zorunda bırakıyordu. ABD’de 1930’larda 3 milyon insan açlık, kuraklık ve özellikle baskılar gibi nedenlerden dolayı Kaliforniya’ya göç etmekteydi. Romanda anlatılan Joad ailesi de yaşadıkları aynı zamanda çiftçilikle geçimlerini sağladıkları topraklardan bankalar ve tüccarların baskıları ve manipülasyonları yüzünden göç etmek zorunda bırakılıyor. Bu göç kararı ailenin genç üyeleri tarafından nispeten kolay kabullenilse de; değişiklik düşüncesinin hayatlarına girmesinden hoşnut olmayan diğer aile bireyleri tarafından kabullenmesi zor ve zahmetli hale geliyor. Yaptıkları göçte aile yavaş yavaş dağılıyor ve alışık oldukları yaşamdan oldukça farklı bir yaşama uyum sağlama sürecine girmelerinden dolayı zaman zaman anlaşmazlıklar yaşanıyor.Tabii bu anlaşmazlıklarda toparlayıcı rolde her zaman Anne Joad oluyor. Ailenin bu yolculuğu her anında iş bulma endişesi içeriyor.Parasızlıktan kaynaklı olarak temel besin maddelerine ulaşamamaksa her gün onların hayatını zorlaştırırken gelecek kaygısı akıllarından bir an bile çıkmıyor.
Romanda özellikle iki karakter dönemin ABD’sinde toplumsal çöküntünün yarattığı kişilikleri sembolize etmesi açısından göze çarpıyor. Biri ailenin ortanca oğlu Tom Joad, diğeriyse eski bir rahip olan Jim Casy. Tom Joad karıştığı bir kavgada birini öldürmüş ve bundan dolayı dört yıl boyunca Mac Alester hapishanesinde yatmış sonrasında şartlı tahliye edilmiştir. Ailesinin yanına dönmek için yola çıktığında çocukluğundan beri tanıdığı kendisinden yaşça büyük Jim Casy ile karşılaşmış ve ailesinin uzun bir zorunlu yolculuğa hazırlandığını öğrenmiştir. Eski bir rahip olan Jim Casy aileyle birlikte göç edecek ve o sırada büyük değişimler yaşayacaktır. Zamanla işçilerin haklarını savunan, mücadeleye önderlik eden kişilerden biri haline gelecektir. Konuşmayı sevmesi ve olayları çabuk kavrayıp hareket etmesiyle Jim Casy göçmen işçiler arasında sevilecek ve öldürülmeyi göze alarak düşük ücretlere karşı yapılan bir greve öncülük dahi edecektir.
Milyonlarca insanın göçe mahkum edilme sürecini ve çaresizleştirilmelerini özetleyen kısım kitapta etkileyici kısımlardan biri.Kitabın bu kısmı ortakçılar denilen kiracı çiftçiler ve bankanın paralı adamları arasında geçmekte.Öncelikle ortakçılık nedir bunu biraz açalım.Ortakçılık, bankaya borçlanmış ve borçlarının karşılığında elde ettikleri ürünlerden kendilerine hayatlarını geçirebilecekleri kadar pay alıp kalanını bankaya ya da mal sahiplerine veren çiftçiler için kullanılıyor. Büyük Buhran’ın piyasaların daralmasına ve fiyatların çökmesine neden olmasından dolayı çiftçiler bu tarz durumlarla karşılaşıyorlardı ve daha önce özgürce ektikleri topraklarda kiracı durumuna geliyorlardı. Sadece Joad Ailesi değil ABD’deki milyonlarca aile benzer problemlerden dolayı ekonomik krizin koşulları altında ezilecektir. Birazdan kitaptan alıntıyla görebileceğimiz bu kısımda bankanın adamları ortakçılarla görüşmelerinde yapılan zorlamaların failini belirsiz hale getiriyorlar.Ortakçılar evlerini  yıkanların, onları topraklarından koparanların, onları açlığa ve sefalete mahkum edenlerin kim olduğunu anlayamıyor ve dolayısıyla bu kafa karışıklığıyla seslerini de yükseltemiyorlar.
Kitapta o anlar şu şekilde anlatılıyor.
“…Mal sahipleri, ya da çoğu zaman olduğu gibi, mal sahiplerinin sözcüleri, toprağa geldiler. Kapalı otomobillerle geldiler, parmaklarıyla toprağın kuruluğuna baktılar, çoğu kez olduğu gibi, toprak muayenesi için yere büyük burgular soktular.
Bankanın, o koskoca devin her zaman karı olmalıdır. O bekleyemez. Ölür... Olmaz, vergiler işler. Dev büyüyemezse, ölür. Aynı büyüklükte kalamaz.
Sonunda, mal sahipleri sözü istedikleri yere getirmişlerdir: Ortakçılıkta artık iş kalmadı. Traktörde oturan bir adam on, on dört ailenin işini yapabilir. Ver ona gündeliğini, al bütün ürünü. Biz bunu yapmak zorundayız. Bunu yapmak istemiyoruz. Ama dev hasta. Devin başına neler geldi, bir bilseniz.
Ortakçılar şaşkın şaşkın başlarını kaldırıp bakıyorlar: Ama biz ne yapacağız? Ne yiyip ne içeceğiz?
Siz yerlerinizden çıkıp gideceksiniz. Bahçelerinizden traktörler geçecek.
Ama burası bizimdir! diye ortakçılar bağırıyorlar. Biz...
Hayır. Burası sizin değildir. Bankanındır, devindir. Siz buradan gideceksiniz!..
Biz de silahlarımıza sarılırız, O zaman ne yaparsınız?
O zaman... Önce muhtar, sonra da askerler gelir. Eğer gitmemekte dayatırsanız malı çalmış sayılırsınız, eğer gitmemek için öldürmeye kalkarsanız katil olursunuz. Dev, insan değildir, ama insanlara istediğini yaptırır.”
Nasıl mücadele edecekleri konusunda tecrübeleri olmayan çiftçiler devasa yasalar altında ezilmekte ve karşılarında kendilerinden katbekat büyük, karşı koyamayacakları bir güç olduğu fikrine inandırılmaktaydı. İşçiler karşılaştıkları durum karşısında örgütlü bir tepki vermekten uzaktırlar fakat kitapta görüleceği üzere ilerleyen zamanlarda diğer işçilerle kaynaşacaklar; örgütlülük fikrine, mücadele fikrine yakınlık duyacaklar ve yaşadıkları olaylardan sonra sınıf bilincini yavaş yavaş hissedeceklerdir. Tam da bu noktada yaşamın çelişkilerinin doğal olarak insanların fikirlerini etkilediğini, krizlerin ve benzeri kırılma anlarının öznelerin harekete geçmesinde ve sivrileşmesinde tetikleyici rol oynadığını görmekteyiz.
Az öncede kısaca bahsettiğimiz gibi özellikle bulundukları yerde doğup yaşlanmış kişilerin topraklarından ayrılması onlar açısından kabullenmesi zor bir durumdu. Bankalarsa bunu önceden tahmin etmiş ve türlü çakallıklara başvurmuştur. Oklahoma’da topraklarından koparılan insanlara Kaliforniya’da çok fazla iş imkanı olduğu, her yerde portakal ağaçları ve üzüm bağları olduğu bankalar tarafından söyleniyordu. Basılan sahte iş ilanlarıyla insanlar göçe teşvik edilmekteydi. Joad Ailesi de çaresiz bir şekilde buna inanmayı seçmiş ve çeşitli zorluklarla Kaliforniya’ya varmışlardı. Fakat oraya gittiklerinde beklemedikleri bir tabloyla karşılaştılar. Onlar gibi Kaliforniya’ya sürüklenmiş üç milyon insan vardı. İş bulmak imkansıza yakındı üstelik iş bulunsa bile ücretler oldukça düşüktü. Burada krizle ilgili kısa bir parantez açmak yerinde olacak.1929 Dünya Ekonomik Krizi devam eden yıllarda milyonlarca insanı evsizliğe ve sefalete mahkum etmişti. Büyük Buhranın sadece Amerikayı vurmadığından dünya genelinde işsizliğin 40 milyonu aşmasına neden olduğundan bahsettik. Bunun nedenlerinden biri de merkezileşmiş ve yoğunlaşmış sermayenin domino etkisi yaratmasıydı. Bir şey üretmeyen sadece diğer şirketlerin hisse senetlerini alıp satan şirketler ortaya çıkmıştı.Krizin diğer ülkelerde de benzer yansımaları olmaktaydı.Büyük miktarlarda düşen ücretler insanların hayatlarını geçindirmesine yetmemekteydi.Kitapta da üzerinde durulan işsizlik ve ücretlerin düşmesi arasındaki bağlantıyı şöyle anlatabiliriz.
Patronlar işçilerin ölmemek için para kazanmaları zorunluluğundan faydalanıp gün geçtikçe ücretleri düşürmekteydi. Düşük ücret yüzünden işi beğenmeyen bir işçi olursa patron kolaylıkla yerine başka bir işçi bulabiliyordu. Yahut ağır çalışma koşullarından dolayı bir işçi şikayet etmeye başlarsa her an tutuklanma tehlikesi vardı. Zenginler işçilerde oluşabilecek birliktelikten korkuyorlardı. Tüm ülkelerde işçi sınıfının mücadele örnekleri , sonrasında yenilgiyle sonuçlanacak dahi olsa dönemin egemen sınıfları açısından kabus niteliği taşımaktadır.Sermaye grupları sadece ABD’de değil tüm dünyada sınıf mücadelesinin dinamizminden ve bu mücadelenin ilham olma potansiyelinden korkmaktadır.Üretimden gelen gücün,zenginliği yaratan emekçi sınıfların “üreten biziz yöneten biz olacağız” şiarı sınıf mücadelelerinden oluşan tarihin her anında egemen güçlerin kulaklarında çınlamakta onları uykusuz bırakmaktadır.
1929 Dünya Ekonomik Krizi’nin ABD’de olduğu kadar diğer sanayi ülkelerinde de siyasi ve ekonomik etkileri oldu. 1930’lar diğer ülkelerde farklı yönelimleri ortaya çıkarmıştı. Almanya’da radikal değişimler olmuş Naziler iktidara gelmişti. İspanya’da iç savaş çıkmış, devrimci işçiler Franco’ya karşı silahlı mücadeleye girişmişlerdi. Fransa’da ise işçi ayaklanmaları etkili oluyordu. Büyük sanayi devletleri ayakta kalmaya çalışırken Sovyetler Birliği ise dünya sanayi üretimindeki payını işçilerin omuzlarına bindirdiği yüklerle gittikçe arttırıyordu. Yükselişe geçen bürokrasi işçi demokrasisini ezmekteydi. Her türlü muhalif tavır baskı altına alınıyor milyonlarca insan devlet terörünün kurbanı haline geliyordu. Büyük Buhran sonrası dünyadaki atmosfer bu şekildeydi.
Kurtuluş Arayışı
Joad Ailesi’nin de bir süre yaptığı gibi diğer işçiler de çeşitli bölgelerde kendi çabalarıyla kurdukları Hoorville adlı kamp alanlarında kalmaktaydı. Fakat o kamp alanları da sık sık devlet tarafından gönderilenlerce, kitapta muhtarlar diye geçiyor, çeşitli uydurma nedenlerle dağıtılıyor, yakıp yıkılıyordu. Muhtarlar, esasen düzenin kendisi, işçilerin birlikte vakit geçirecekleri herhangi bir yer olmasını istemiyor, işçileri olabildiğince kendi aileleri içerisinde merkezileşmiş, birbirinden habersiz ve birbirini umursamayan bir hale sokmak istiyordu.Yine de ağır sömürü koşulları insanları ortak paydalarda buluşmaya itiyor ve birlikte dayanışma içinde yaşayabilecekleri kamp alanlarının kurulmasına neden oluyordu.
Steinbeck bankaların kurnazlıklarını ve işçilerin iş bulma umuduyla verdikleri çabayı oldukça iyi anlatmakta. Büyük Buhran Dönemi’nde çekilen fotoğraflarda da görebildiğimiz bir şey de reklam panoları ve yalanlarla dolu olmaları.Patronlar kasıtlı olarak gereğinden fazla iş ilanı verip işe olan talebi arttırıyor ve dolayısıyla ücretlerde düşüşün zeminini hazırlıyorlardı. Bunu da bazen reklam panolarıyla bazense binlerce dağıttıkları bildirilerle yapıyorlar. İşçilerin arasından patronların bu oyunlarını anlayıp ses çıkaranlar, diğer işçilere bunları anlatmaya çalışanlar oluyor polisse onları kızıllar olarak mimliyordu. Jim Casy de kızıllardan etkilenenler arasındaydı ve Hoorville’de karıştığı bir olay yüzünden hapishaneye girmiş ve uzun süre sonra Tom Joad’la görüşememişti. Hapishane Jim Casy’yi radikalleştirmiş, diğer işçileri fırsatçı patronlara karşı bilinçlendirme hevesi içine itmişti. Burada görmekteyiz ki zor koşullarda doğru söylemlerle verilen mücadelelerin kitleselleşmesi ve etkili olması mümkün. Jim Casy ile Tom Joad uzun bir süreden sonra ilk defa çiftlikteki bir olayda karşılaşacaklar. Tom Joad çalışmak için gittikleri çiftliğin dışında bir çadır ve bir sürü polis görür. Sonrasında gizlice çiftlikten çıkar ve çadıra gider, çadır sürekli düşen ücretlere karşı açılan grev çadırıdır. Uzun bir süre sonra Jim Casy’le yeniden orada karşılaşmışlardır. Jim Casy hapishanede yaşadıkları üzerine konuşmaya başlar. Hapishane hakkındaki konuşmalarının bir bölümü şöyle geçer:
“— Oradakiler iyi insanlardı. Anladın mı? İhtiyaç onları kötü insan yapmıştı ve o
zaman anlamaya başladım: Bütün bu gürültülerin nedeni, ihtiyaç... Ben bir türlü bunu bulamamıştım. Evet, bir gün bize ekşimiş fasulye vermişlerdi. İçimizden birisi bağırmaya başladı, tabii bir şey olmadı. Ama avaz avaz bağırmakta devam etti. Mutemet gelip içeri baktı, gitti. Sonra başka biri bağırmaya başladı. Ondan sonra hepimiz bağırıp çağırmaya başladık. Hepimiz de aynı şekilde bağırıyorduk. Yani, mahpushane sanki temellerinden sarsılıyor, birbirine geçiyordu. Vay canına! Sonra ne oldu biliyor musun? Koşa koşa geldiler, bize başka yemek verdiler... Sonunda verdiler. Anlıyor musun?
Tom:
— Hayır, anlamıyorum, dedi.”
Tom burada “Hayır, anlamıyorum” dese de içinde kıvılcımlar çarpışmaya başlamıştı.Kitap boyunca Tom Joad’un fikirleri de süreç içinde değişmişti, Jim Casy’nin fikirleri kadar keskinleşmese de Jim Casy kadar aktif mücadele etmese de kendi ailesinin tokluğunun başka ailelerin açlığına bağlı olduğu bir sistemin yanlış olduğunu fark ediyor, ücret düşüşlerinin gerçek nedenlerini anlıyor, Büyük Buhran’ın işçilerin omuzlarına bindirdiği yükleri görüyordu.Yazının buraya kadarki kısmında Büyük Buhran’ın oluşum sürecinden ve sonrasından, krizin sanatçılar üzerine etkilerinden, kitaptan alıntılarla kitaptaki iki karakterin değişiminden bahsettik. Elbette kitapta değinemediğim birçok kısım var, hepsini tek bir yazıya sığdırmak her duyguyu anlatabilmek mümkün değil. Fakat kısaca kitabın diğer kısımlarından bir bölüme değinebiliriz. Kitaptaki Anne Joad karakteri güçlü duruşu ve fedakarlığı açısından üzerinde durulabilecek karakterlerden biri. Özellikle kitabın son sayfalarında gerçekleşen olaya Gazap Üzümleri’ndeki en dokunaklı anlardan biri diyebiliriz. Göç boyunca birçok fedakarlıkta bulunmuş olan aile bu kısımda da hiç tanımadıkları birinin hayata tutunmasını sağlıyor.  Ailenin kızı Rose of Sharon göç yoluna çıkmadan önce hamiledir. Kitabın sonlarına doğru aile eski vagonların olduğu bir yere sığınmıştır.Vagonların olduğu yer yağmur yağdığında su biriken ve bu nedenle yaşamalarını oldukça güçleştiren bir yerdir. Rose of Sharon orada bebeğini doğurur fakat bebek ölü doğmuştur.Rose of Sharon’ın ve annenin ısrarı üzerine aile kaldıkları yerden ayrılırlar. Yağmur bastırdığında yakındaki bir samanlığa sığınırlar. Orada bir çocuk ve babasıyla karşılaşırlar. Adam pamuk toplarken hastalanmış ve yiyecek bulamadıkları için açlıktan ölecek noktaya gelmiştir. Adam sahip oldukları yiyecekleri aç olmasına rağmen yememiş çocuğuna yedirmiştir. Çocuk Anne Joad’un yanına gelir ve yaşadıklarını anlatır.
— Anlamıyorum. Ya, "Benim karnım tok."ya da, "Şimdi yedim." diyor. Dün gece dışarı çıktım, bir pencereyi kırdım, içeri girerek ekmek çaldım. Ekmeği çiğneyip yutturdum. Ama, sonra hepsini çıkardı, daha halsiz kaldı. Ona ya çorba, ya süt lazım. Süt alacak paranız var mı?”
Anne Joad çocuğa susmasını söylemiştir. Herkesi samanlığın dışına çıkarır. Rose of Sharon ölmek üzere olan adamın yanına gider ve kendi sütünden verir. Açlık koşullarından dolayı kendi bebeğine yeteri kadar besin veremeyen Rose of Sharon başka birinin hayata tutunmasını sağlar. Kitap şu cümlelerle biter.
“Rose of Sharon başını kaldırdı, samanlığın karanlığına doğru baktı. Dudakları kenetlendi ve esrarlı
bir şekilde gülümsedi.”
Kitap bu olayla bitmekte. Bahsettiğim üzere kitapta işsizlik, açlık, ölümler, fedakarlıklar oldukça çarpıcı bir şekilde işleniyor.Steinbeck Büyük Buhran dönemindeki acıları anlatırken kendi deneyimlerini de kitaba aktarıyor ve kitabın sonunda umuda kapı aralamayı ihmal etmiyor.
Büyük Buhran dönemin ABD’sine ve diğer ülkelere bu şekilde etki etmekteydi. 1929 örneğindeki gibi kapitalizmin kendi krizlerini bir şekilde atlatmakta ve krizlerin faturasını emekçi kesimlere kesmekte oldukça yetenekli olduğunu görmekteyiz.Fakat mühim olan bu kriz anlarında kitlesel mücadeleler örebilmek ve krizleri sermayenin kuyusunu kazmak için derinleştirmektir.Unutmamak gerekir ki geçmişte gökyüzüne haykırılan gerçekler yıllar sonrasına umut ve ilham olabilmekte, verilen mücadeleler yaşanılabilir bir dünyayı işaret etmektedir.

Yorumlar