Yağmur Hızlanıyor 1. Bölüm - Bardaki Gammaz - Ali İhsan İbkal




1. Bölüm - Bardaki Gammaz
-Ölmedim Mustafa; ölemedim...
-O kadar emin olma. Bir şeyler anlatabiliyor olman ölmediğin anlamına gelmez.
Paltomu sırtıma çekip hışımla evden çıktım. Şehre küfreder gibi yağan yağmurun altında arabama koştum. Arabayı çalıştırmam ile teybin çalışması bir oldu. John Coltrane’den Equinox arabanın içini doldururken bundan daha uygun bir tesadüf olamaz diye düşündüm. Madem ki 1940’lardan kalma bir dedektiflik filmi hikayesinin içine düşmüştüm; Humphrey Bogart’ın ruhu şad olsun, fon için caz müzikten başkası düşünülemezdi. Arabayı otoparktan çıkarıp Ziya Gökalp Caddesine giden ilk ara sokağa daldım. Sabah saatleri olmasına rağmen kapalı hava ve sağanak yağış görmeyi zorlaştırıyordu. Farların karanlığı yırtan ışıkları olmasa rahatlıkla bir yayaya çarpabilirdiniz. Caddeye çıkınca Kızılay tarafına sürmeye devam ettim. Yeşil yanan trafik ışıkları yağmurun altında kayan yıldızlar gibi arkamda kalırken kafamı toparlamaya çalışıyordum. Bu durumun içinden nasıl çıkacağımı bilmiyordum. Bildiğim bir tek şey varsa o da bu başarısız cinayetin arkasındaki embesilleri bulmak zorundaydım. Zira onun için tekrar gelmeleri an meselesi olabilirdi; abimi kaybedemezdim. Arabayı Mithatpaşa’ya bırakıp Yüksel Caddesine geçtim.
İnsan Hakları Anıtı'nın çevresi zamanında hakkını aramış yüzlerce insanın hayaleti ve o hayaletleri çevreleyen bir alay suratsız polisle doluydu. Abimi düşündüm; polise gidemezdim. Türkiye’de benim kadar uzun süredir yaşıyorsanız polisin biz meteliksizlerin işini görmeyeceğini bilirsiniz. Beni gördükçe gözlerinin önüne ödeyemediğim kiraların, faturaların ve kredi borçlarının geldiğinden emindim. Sağanak şiddetini arttırıyordu. Bu meseleyi ancak ben çözebilirdim. Abim evdeydi, sağ olduğunu bilen kimse yoktu –en azından öyle umuyordum- ve araştırmaya nereden başlayacağımı biliyordum.
Konur Sokak'a dönüp abimin ölemeden önce son gittiği yere yollandım. Sağlı sollu kafelerde gençlerin içtikleri sigaraların dumanlarının arasından gitmeyi aylar önce bıraktığım binaya girdim. Merdivenleri tırmanarak üçüncü kata çıktım. Hüseyin barı erkenden açmış olmalıydı. Açık duran demir kapıdan geçerek içeri girdim ve ıslak paltomu girişteki askıya astım. Dışarıda sağanak devam ediyordu. Ankara’ya en son ne zaman bu kadar uzun süre yağmur yağmıştı diye düşünürken Hüseyin’in “Ooo hoşgeldin Mustafa. Gözükmüyordun epeydir, nasılsın?” demesiyle kendime geldim. Şöyle bir çevreme baktım. Kuytu köşede oturan orta yaşlı bir adam dışında Hüseyin’le yalnızdık. Son geldiğimden beri bir odanın daha duvarları yıkılıp salona katılmış, bu bile izbe bara ferahlık kazandırmayı başaramamıştı. Çamaşır suyu kokusunun sulandırılmış bira ve sidik kokusuna karıştığı barın ortasında yüzümde tiksintiyle cevap verdim, “Senin bardan halliceyim Hüseyin”.
“Bu aralar epey kavgaya karıştın heralde” dedi Hüseyin, “Çünkü bizim bar bir haftadır kavga gürültüden geçilmiyor. Hatta geçen hafta Niyazi abi buradayken –ha sahi o nerelerde? Gözükmüyor kaç gündür.” Hüseyin’in kırışık gömleğine, terden tuz lekesi tutmuş pantolonuna baktım. Kendine bakamayacak kadar perişan haldeki bu adama arkadaşının ölüm haberi nasıl verilir diye düşündüm. Hele bir de arkadaşı aslında ölmemişken... Sakince bar taburesine oturup, “Niyazi’yi vurdular Hüseyin.” dedim, “Abimi kaybettik”. Niyeyse yalan olduğunu bildiğim halde bunu söylerken yüreğim cız etti. Hüseyin bir süre ifadesizce baktı, “Ba-başımız sağolsun Mustafa” dedi ve arkasını dönüp bana ve kendine birer rakı doldurdu. Bardağı alıp kafaya diktim. Islanan ağzımı elimin tersiyle silip, “Hüseyin bana bak” dedim, “Benim bu adamları bulmam lazım. Hüseyin heralde en son buraya gelmiş. Ne yaptı, kimlerle konuştu, bana anlatman lazım. Geçen hafta o buradayken birşeyler oldu diyordun, ne oldu?” Hüseyin önemsiz bir şeymiş gibi eliyle geçiştirdi. “O olayın abinle alakası yok ki Mustafa, bir süredir buraya takılan iki üç delikanlı var. Sürekli hır gür çıkarıyorlar. En son da bu...” Eliyle tuvalete giden koridorun zeminini gösterdi. Yerde kurumuş kan lekeleri vardı. “İşin tadı kaçınca ben de kovdum bunları. Oradan bir şey çıkmaz.” Tam başımı bükmüştüm ki Hüseyin devam etti: “Ama şanslısın yine Mustafa”. Şans ve ben ancak ev sahibim ile sabır kavramı kadar yakın olabilirdik. “Niyazi’yi en son geçen hafta şu köşede oturan adamla konuşurken gördüm.” Dönüp tekrar köşedeki adama baktım. Şık giyimli bir adamdı. Kilolarını göz önüne alırsak ancak özel dikilmiş bir takım üzerine bu kadar iyi oturabilirdi. Umutsuz bakan gözlerini önündeki bardağa dikmiş kıpırdamadan oturuyordu. “Ne zamandır burada?” diye sordum. “Sabah açar açmaz geldi. Bir votka tonik söyledi. O zamandan beri altıncıyı deviriyor.” Sakin adımlarla adama doğru yürüdüm. Yaklaştıkça havalı takımın üzerindeki yırtıkları fark ettim. Kavgadan çıkmış gibiydi. Kafasını önündeki bardaktan ayırmadan “Kimsin?” diye sordu. “Beni Vakko’dan gönderdiler” dedim, “Takımın garantisi varmış, bunu alıp size yenisini gönderecekler.” Kaşlarını çatarak suratını bana çevirdi. “Siktir git lan! Bırakın lan artık peşimi!” Elindeki bardağı kafama geçirdi. Gözüm karardı.
Kendime geldiğimde Hüseyin başımdaydı. “Ne yaptın lan sen!” diye bağırıyordu adama, “Bu adam Niyazi’nin kardeşi. Niyazi’yi vurmuşlar, abisini kimin öldürdüğünü bulmaya çalışıyor.” TC kimlik numaramı da verseydin be Hüseyin diye geçirdim içimden. “Özür dilerim, ben- ben bir başkası sandım.” Pişmanlık adamın tombul yüzünden okunuyordu. Zar zor doğrulup, “Siz kimi bekliyordunuz?” diye sordum. “Bilmeseniz daha iyi...” Israr ettim: “Bakın benim abim bundan üç gün önce Kurtuluş Parkı’nda kim olduğunu bilmediğim kişiler tarafından vuruldu. Ne olursa olsun bilmem gerekiyor.” Adamın yüzü iyice çöktü. “Abinizle pek bir ilgisi yok ama peki o zaman” dedi, “Beyefendiye de bir votka alalım -ben ödüyorum- Tolga, benim ismim bu arada”. İsmimi söyleyip uzatılan eli kavrayarak ayağa kalktım. Hüseyin içkileri getirmeye bara gitti. Tıpkı babamın ikinci evliliği gibi; son sefer hüsrana uğradığım masaya büyük beklentilerle ikinci kez oturdum.
“Siz hiç kâbus görür müsünüz?” diye sordu karşımda oturan adam. “Küçükken gördüğümü sanırdım” diye yanıtladım, “Büyüyüp de hepsini tek tek yaşadıkça kâbustan öte bir şey olduklarına kanaat getirdim.” Suratında bir an için ufacık bir sırıtma yakaladım. Terapide uzanan hastalar gibi sandalyesine yayılarak anlatmaya başladı: “Ben son bir senedir hep aynı şeyi görüyorum Mustafa Bey. Kalabalık bir salon -belki binlerce seyirci olmalı- ve herkes sessiz. Sahnede olduğuma göre çalmam gerek diye düşünüyorum ve piyanonun başına oturuyorum. Chopin’in Fantaisie-Impromptu’sunu çalmaya başlıyorum. Duymuş muydunuz, Ernst Oster -kendisi Alman bir müzikologdur- bu eserde Beethoven’ın Moonlight Sonata’sından esinlenmeler olduğunu söyler. Melodiye başladıktan iki ölçü sonra bunu ben de fark ediyorum.” O sırada içkiler geldi. Votkasından büyük bir yudum alıp devam etti. “Sonra eserin finaline geliyorum. Bir anda seyircilerin arasından bir çocuk ayağa kalkıyor, ‘Bu herif piyano çalamıyor ki’ diye bağırıyor. Kimseden çıt çıkmıyor... ama gözleri; gözlerindeki beni ayıplayan bakışlar şimdi bile bütün netliğiyle önümde. Sadece korktukları için susuyorlar.” Ne anlatıyordu bu herif, bunun abimle ne alakası vardı? “Ben rüya tabirinden pek anlamam Tolga Bey. Yüksel’de akşama kadar çığırtkanlık yapan falcılar var. Onlara danışın isterseniz.”
Ciddileşip oturuşunu düzeltti. “Ben yetenekli bir piyanist değilim Mustafa Bey. Çok çalışarak bir yere kadar geldim; ama işte daima birileri –yetenekli birileri- oluyor.” İşaret parmağını masanın üzerine sabitleyip bir ileri bir geri oynatmaya başladı. Herif bir türlü sadede gelmiyordu. Dolmuş taktiği belki işe yarar diye bir sigara yaktım. Bir nefes çekip üfledim. Tolga Bey ile ben karanlıktaydık; yağmurun ardından sızan güneş ancak masayı aydınlatıyordu. Üflediğim dumanın ışık huzmeleriyle dans ederek yükselişine baktım. Kafamı kapı tarafına çevirince içeri giren üç liseli genci gördüm. Gürültüyle konuşan liseliler kapıya yakın bir masaya oturdular.
Tolga Bey devam etti: “Bütün gün oturup onların övgüleri toplamasını izlemek kadar insanı çıldırtan bir şey olamaz. Gelgelelim; içinde bulunduğumuz koşullar; bu koşullar belirli avantajlar sağlıyor. Abiniz Niyazi; biliyorsunuz o da böyle bir sebepten yakın zamanda KHK ile ihraç edildi.” Sigara işe yaramıştı. “İyi de benim abim öğretmendi. Bunun sizinle ne alakası var?” Önündeki bardağı kavrayıp bir dikişte bitirdi. Hüseyin’e bir tane daha istediğini belirten bir işaret yaparken anlatmaya devam etti: “Eğer iktidar sizdeyse ve topluma kendi sanat anlayışınızı dayatmak niyetindeyseniz; Mustafa Bey, öncelikle bu sanatı icra edecek size yakın insanlara –daha sık kullanılan haliyle yandaşlara- ihtiyacınız olur. Hele bir de bu yandaş sanatçılar size muhalif olanlarla husumet içerisindelerse... Bir taşla iki kuş! Benden daha yetenekli insanların arasında yıllardır öyle çaresizdim ki Mustafa Bey, ve diğerleri gibi göz önünde olmayı, el üstünde tutulmayı öyle istiyordum ki... Yukarıdakiler de benim gibi insanları hemen fark etmek konusunda oldukça yetenekliler. Muhalif ya da değil yeteneği ile önümde engel teşkil eden kim varsa yalandan suçlamalarla ihbar ettim. Anlattığım-” ÇAT!
Az evvel gelen liselilerden iri yarı olanı ortadaki esmer olanın ensesine bir tane geçirmişti. Gürültüleri artık bizim masaya kadar geliyordu: “Lan, sen niye kendini ezdiriyon!” Esmer ensesini ovuştururken cevap verdi: “Ne ezdirecem gardaş. Sen beni nerenle dinliyon? Normal içiyoduk Yasin’le. Herif geldi yanımıza; o abine söyle ayık olsun dedi, sonra da yumruk attı işte.” Gözündeki morluğu o ara fark ettim. “Ama sen bir de herifin halini gör, patoz ettik la bebeyi. Öyle değil mi Yasin konuşsana gardaş niye susuyon!” Yasin bir sigara yakıp “Kerem’in anlattığı gibi oldu abi” dedi. Açıkçası Kerem’in çelimsiz kalıbına bakınca bir de herifin halini görmenin gereksiz olduğunu düşündüm. İri yarı olan “Ah asıl ben olacaktım ki orada” dedi. Bir yandan “Puf! Puf!” diyerek havayı serice sallı sollu yumrukladı. Hüseyin yanlarına gidip uyarınca sesleri kesildi. Tolga Bey’e devam edebilirsiniz anlamında bir işaret yaptım.
“Dediğim gibi anlattığım kabusları görmeye de işte o zaman başladım. Geçen hafta, burada abiniz ile tanıştık. Kendisinin de işinden atıldığını öğrendiğimde -yapmış olduklarımdan bahsetmeden- yaşadıklarını anlatmasını rica ettim; insanlara neler yaşattığımı bir nebze de olsa anlayabilmek adına...” Karşımda kıvranan adama baktım. Anlattıklarının benim için hiçbir anlamı yoktu. “Yani Niyazi’yi kimin öldürmüş olabileceğine dair bir bilginiz yok mu? Size bir şey anlatmadı mı? Husumeti olan birileri, abimi ihbar edenler belki?” Kaşının tekini kaldırıp bir süre düşündü. “Hayır, o kısımları anlatmak istemedi. Ben de daha çok atıldıktan sonra yaşadıklarını anlamak niyetindeydim. Umarım size yardımcı olabilmişimdir.” Sigaramı sinirle küllükte söndürdüm. “Oldunuz oldunuz, bu kadar yardımı en son geçen gün beni arayan icra avukatından görmüştüm.” O sırada Hüseyin’in arkadaki gençleri azarladığını gördüm. Liseliler toparlanıp kalktılar. O anda aklıma bunların Hüseyin’in bahsettiği hır gür çıkaran çocuklar olabileceği geldi. Ben de kalktım, Hüseyin’e başımla selam verip bardan çıktım. Liseliler binadan çıkıp Meşrutiyet Caddesi tarafına döndüler. Tam peşlerine takılacakken sokağın karşısında duran gence gözüm takıldı.
Kumral, sakallı, 1.70 boylarında, şu şimdilerde moda olan ikinci el kıyafetlerden giyen bir gençti. Bir yandan sigara içerken bir yandan da bir saniye bile kırpmadığı gözlerini ayırmadan dimdik bana bakıyordu. Onu fark ettiğimi anlayınca da gözlerini kaçırmadı. Bakışlarında beni tedirgin eden bir şey vardı. Dikkatle inceliyor, sanki bana dair hiçbir detayı kaçırmamaya çalışıyordu. Emin olmak için sokağın karşısına doğru yürümeye başladım. Aramızda 1-2 metre kalıncaya dek gözleriyle beni takip etmeye devam etti. Sonra aniden, ne oluyor demeye kalmadan kaçmaya başladı. Ben de peşine düştüm. Önce Yüksel Caddesine çıktık, İnsan Hakları Anıtı'ndan sola döndük. Aşağıya Karanfil Sokağa doğru koşarken, genç arayı açmaya başlamıştı. Tazı gibi koşuyordu; yakalayacağım derken yanlışlıkla önümde yürüyen iki yaşlı kadına çarptım. Eğer bunun abimle bir ilgisi varsa hiçbir şey umrumda değildi. Ayıplayan bakışlar arasında yaşlıları orada bırakıp koşmaya devam ettim. Karanfil’den sağa döndü, peşinden Ziya Gökalp’e inen merdivenleri ikişer ikişer atlayarak yetişmeye çalıştım. Caddede yoğun trafik vardı. Genç araçların arasından büyük bir çeviklikle geçerken ben kaldırımda kaldım. Ne kadar bakındımsa da onu gözden kaybetmiştim. Yağmurun altında, caddenin ortasında ter ve sinir içinde kalakaldım.
Arabaya atlayıp eve dönmeye karar verdim. Sağanak yağmur arabanın tepesinde ritim atarken Tolga Bey'in söylediklerini tekrar düşündüm. Abimle aramız epeydir soğuktu. Sadece işten atıldığını biliyordum. Demek ihraç edilmişti, bizimkinin siyasetle pek bir ilgisi olmadığını biliyordum. Birisi onu ihbar etmiş olmalıydı; ama kim, neden... Onu vurmaya çalışanlar, ihbar edenlerle aynı kişiler miydi? Kendisini öldürtecek kadar kin tutturacak ne yapmış olabilirdi? Acaba o üç delikanlı bir şeyler biliyor muydu? Peki o genç kimdi? Niye beni gözetliyordu? Evin önüne yaklaşırken karşı apartmanın duvarına spreyle bir şeyler yazılmış olduğunu fark ettim. “O silah elbet patlayacak! -Çehovcular” Boya hala tazeydi. Çehovcular mı? Abim nasıl bir şeye bulaşmıştı?

Yorumlar