%1 Mimarisinin Sonu ve Mimarlık Eğitiminin Aşıladıklarına Dair (Yusufhan Yılmaz)




Mimarinin proleterleşmesine yönelik çabaların ve eğilimlerin giderek daha da geçerlilik kazandığı
şu zamanlarda; elitist bir çehreye sahip, sermayeye ve erklere hizmet eden yozlaşmış mimarlığın varsıllaştığını ve mimarinin asıl öznesi olan halka eğreti yapılar bıraktığını görmekteyiz. Doğanın katlinin övüldüğü, betonun ve çimentonun ensesi kalınları ‘alt’ kültürden ayırmak için kullanıldığı bu çirkinliğin, mimarı yaratımına; halkı sokağına yabancılaştırdığı aşikârdır.
Hitabetini bulamamış mimariyi sermaye devletlerinin, -özel olarak da- gelişmekte olan ülke egemenlerinin, hızla artan nüfusu kent yaşamında dizginlemek için kullanmasının beraberinde getirdiği keskin çelişkiler toplumsal eylemliliğe yeterince sirayet etmemiş gözükse de durum her geçen gün sınıfsal boyutlarını yeniden tanımlamakta. Burjuvazi ve proletaryanın arasındaki uçurumun yansımaları, mimari yaratımların taraf alması gereken cepheler olarak yeryüzünde karşılık bulurken teorik bağlamdaki bu beklentiyi pratikte göremeyişimizin başlıca sebeplerinden biri ise mimari eğitim olarak göze çarpıyor. Bu eğitimin bir ürünü olarak mimar; halktan ve sokaktan kopuk, emeğine yabancı, üretimini şekillendiren koşulların boyunduruğunda bir birey olarak ortaya çıkıyor.
Günümüz mimarisinin ezoterik(dışa kapalı) yapısı, onu, halktan söküp alınmış bir biçimde her an yeniden şekillendiriyor. Bu kapalı, içe dönük yapının mimariye kattığı elitist anlamsa sermayenin ustalıkla kullandığı, proletaryanın omuzlarında yükselirken eziciliğini ve yıkıcılığını sürekli hissettirdiği bir sınıfsal ideolojik yansımaya işaret ediyor. Her bir tuğlaya alın terini katan emekçilerin yaratımlarından koparıldığı bir ironiler dünyası sunan kapitalist düzen, bu noktada mimarlara açtığı dostane kucakla onları tahterevallinin üstüne davet etmekte beis görmüyor. Ezoterik yapısının bir ihaneti olarak bu sınıfsal yozlaşmanın karşısında boyun eğen mimari, böylece avm’lerin, ak-sarayların ve lüks sitelerin üreticisi olarak kendini yüceltiyor.
– Bu noktada belirtilmesi gereken şudur ki bahsi geçen mimari, kapitalizme yamanmaya çalışan ve tasarımı, mimari yaratımları
tekelleştirmek için didinen yoz mimari olarak ele alınıyor. Bunun karşısında sesini yükselten; ancak göz ardı edilen birçok küçük örnek yerellerde umut aşılamaya devam etse de genel bir perspektiften konuşmak gerektiğinde ‘üst’ mimarinin özelliklerine atıf yapmak gerekiyor.-Buradan yola çıkılarak söylenebilir ki yoz mimarinin tarafını sermayeden yana seçmesi onu sınıfsal tepkilerin de bir hedefi haline getiriyor. Her ne kadar bu tepkiler direkt olarak sermayedarlara yönelse de satılmış mimarlara dair ortak bir serzenişin mimariyi sınıfsal özelliklerini sorgulamaya itmeye muktedir olduğunun da altını çizmek gerekiyor. Yani proleteryanın mimariyi sahiplenişi ve proleter bir mimari arz beklentisi, alttan üste etkili bir ideolojik kırılmanın öncüsü olarak öne çıkıyor. Günün mimarisi böylesi bir kırılmaya oldukça açık görünüyor.
Güncel mimariden bahsederken popüler bir tartışmaya da yer ayırmak gerekiyor. Eski toprak mimarlardan Frank Gehry, kendisineyöneltilen‘Günümüzmimarisiiçinnedüşünüyorsunuz?’ sorusuna verdiği ‘Yaşadığımız dünyadaki tasarımların ve yapıların
%98’i [beş para etmez]. Tasarım anlayışı yok. İnsanlığa ve başka hiçbir şeye saygı yok.’ cevabıyla bir komik kedi videosunun yakalayacağı sansasyonu yakalamayı başarmıştı. Gehry’nin bu cevabını ondan teslim alıp biraz da sınıfsal yapılarla ve mimarinin özgürlük tanımlarıyla ilişkilendirip insanlık tanımına dair ehil bir cevap vermek gerekiyor. Keza argümanlarını toplumun sınıf içi ve sınıflar arası özelliklerinden seçmeyen eleştiriler kendi içinde debelenen, çözümsüz kalan lakırdılara dönüşüyor. Buradan kısaca bir üst noktaya taşıyacak olursak günümüz mimarisinin başlıca gediği kendini sınıf üzerinden tanımlamaktan kaçınmasında gözüküyor. Tıpkı sanatın çokça küçük burjuvalaşmış dalları gibi mimari de burjuva ve proletarya arasında yalpalayan, lümpenleşmeyi bir gurur kaynağı olarak gören bir öze evrilmiş bulunuyor. Bu özün mimariyi taşıdığı nokta ise, denebilir ki, günümüz mimarisinin ‘beş para etmez’liğine yol açıyor (En beylik tabirle açıklayacak olursak: paranın kokusuna koşan bir mimari varlık).
Elbette sanatın halktan sapmış ve piyasalaşmış eğilimleri anlaşılabilir bir konumda kendini gösteriyor ve bu konumun
yarattığı tehlikeler Gehry’nin bahsettiği insanlığa saygısı kalmamış sapkın bir mimariye varıyor. Mimarinin kitlesel taleplerle şekillenmeyen içe kapanık, ezoterik yapısı, onu insanlıktan koparan en büyük etken olarak göze çarparken bir yandan da sınıfsızlaşmasına yol açıyor. Güncel mimari tartışmalarında değinilmesi gereken en önemli nokta işte bu ezoterik yapı olarak karşımıza çıkıyor. Mimarinin özgürlük alanlarını belirleyen, onu insanlığa dair sürekli güncelleyen keskin bir kapalılık ve içe dönüklük onu müdahaleden uzak bir şekilde var etmeye çalışıyor. Böylece karşımıza burjuva taleplerle rahatlıkla uzlaşabilen ve dolayısıyla bu taleplerin boyunduruğundan kurtulamayan bir mimari çıkıyor. En yalın haliyle denebilir ki günümüz ezoterik mimarisi, piyasanın betonlaşmasından başka hiçbir işe yaramıyor. Hayatlarımıza çeliğin ve betonun en çirkin hallerini birer lütuf gibi sunan bu sapkınlığın karşısında yükselecek seslerse çokça eğitimlerinin onlara aşıladığı durgunlukla susuyor.
Mimari eğitimin değişken bir yapıda olduğunu söylemek pek mümkün gözükmüyor. Endüstrileşmiş bir sanat dalı olarak mimari, kendini sürekli var etme çabası içinde boyun eğdiği erkleri görmezden geliyor. Bunun başladığı eğitim süreci, sessizliğin ve itaatin hakim olduğu, her ne kadar farklılığı öven bir yapıda olsa da tek-tipleşmenin fayda sağladığı bir süreç olarak göze çarpıyor. Eğitim işleyişi boyunca tasarımın ve mimari yaratımların öznel kritiklerle şekillendiğini düşünecek olursak, mimari eğitimin yapısında ne yazık ki evrensel bir standart da günümüz için mümkün gözükmüyor. Genel olarak piyasalaşmış eğitimin sorunlarını içinde barındıran mimari eğitimde böylelikle sanattan bir parça bulmak gerçekten zorlaşıyor. Düzen içinde kendine yer edinmesi gerektiği üzere, ofisleşmiş çalışma ortamları ve yaratımlarından kopuk emekçileriyle anabileceğimiz günümüz mimarisinin son demlerini yaşayıp yaşamadığına dair ise ucu açık bir tartışma ele almak gerekiyor. Mimarlık eğitimine dair tepkilerin belli iyileştirmeleri sağladığını (çalışma saatleri, iş yükü, eğitmen uyumsuzlukları, vs.) söylemek mümkün gözükse de yüzeysellikten sıyrılamamış bir mimari serzenişin varlığı fark ediliyor. Bunun mimarinin genel çehresine yönelik eleştiriler olmadığı, en azından genel-geçer bir karaktere bürünmediği rahatlıkla görülebiliyor. Böylesi bir düzen içinde kendini ilerletmeye çalışan mimarinin
sıyrılamamış bir mimari serzenişin varlığı fark ediliyor. Bunun mimarinin genel çehresine yönelik eleştiriler olmadığı, en azından genel-geçer bir karaktere bürünmediği rahatlıkla görülebiliyor. Böylesi bir düzen içinde kendini ilerletmeye çalışan mimarinin ezoterik yapısal belirleyiciliği onu erkler karşısında durabilecek bir aktör olmaktan alıkoyuyor.
Mimarinin tüm bu uzak yapısına dair oluşturulabilecek çözümlemeler sınıfsal bir perspektife işaret ediyor. Genel anlamda sanatın lümpenleşmiş üretimi, bugünkü kopuk ve duyarsız sanatsal arzların başlıca tetikleyicisi gibi duruyor. Gehry’nin insanlığa saygı olarak bahsettiği kavramın, bu bağlam içinde değerlendirildiğinde anlam kazandığı da görülüyor. Sokağın sanata ve başkaldırıya yasaklı olduğu şu zamanlarda, ‘üst’ mimari akımlarının karşısında karşıt-mimari eğilimlerin çelimsizliği düşünsel bir perspektifin yoksunluğundan kaynaklanıyor. Elbette bu boşluğun doldurulması için coşkulu söylemlere ve kitlelere ihtiyaç duyuluyor. Bunun bizi taşıdığı nokta ise sınıf savaşımlarının dünyasıdır. Burjuva ‘üst’ mimarinin karşısında şekillenen bir proleter mimarinin varlığı mimari tasarımlar için daha önce tecrübe edilmemiş bir arena yaratmaya elverişli duruyor.
Mimarinin kitleselliğe sirayetini düşündüğümüzde ise karşımıza devlet ve sermaye içine entegre olarak çıkan ‘üst’ mimari, yaratımlarını gücün ve ihtişamın sergilenmesi üzerinden şekillendiriyor. Güncel bir örnek olarak ak-saray ele alındığında mimari tutumun yalnızca estetik algıyla ilintili olmadığı da görülüyor. Mimari, estetik kaygıdan öte gözettiği değerlerle de kendini yeniden yaratmaya mahkum bir yapıda olduğunu gösteriyor. Bu kuramsal yapının çeliştiği günümüz mimarisinin ezoterik etkin yapısı, mimari yaratımların her birinde kendini ayan beyan biçimlerde açık ediyor. Her ne kadar sınıfsız ve gamsız bir mimariyle yüz yüze olsak da;henüz iç çelişkilerinin ayırdına varamamış, yaratımlarını ideolojik eksenlerde şekillendiremeyen çehresiyle onun bir devrim ihtiyacı ve zaruriyeti içinde olduğunu söylemek gerekiyor.
Özet niteliğinde son bir cümle etmek gerekirse; duvarlar yalnız
%1’i, %99’dan yalıtmak, onların binalarını yükseltmek için değil, insanların bu yakıcı eşitsizliğe meydan okumaları için de kullanıldığında mimari asıl sesini bulacaktır.

Yorumlar