İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde İtalya’da sinemadan yana esen rüzgarlar, dünya sinemasında da değişim rüzgarlarının esmesine öncülük etti. İtalyan Yeni Gerçekçi sinemanın güçlü atağı dünya sinemalarını bir anda etkilememiş olsa da, bu güçlü atağı Fransız sineması sakince sindirdi ve dünya sinemasına vurabilecek en güzel dalga ortaya çıktı: Nouvelle Vogue.
Nouvelle Vogue (Yeni Dalga), 2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Fransız film yapım kurumuna karşı tepki olarak ortaya çıkmıştı. Bu akımın oluşmasının başka bir sebebi de artık Hollywood sinemasını yetersiz bulunması, ve yeni bir sinema dilinin oluşturulması gerektiğine inanılmasıydı.
Yeni Dalga, Hollywood’u yüzeysel buldu ve bu yüzeysellikten kaçtı. Yönetmenler Hollywood stüdyo geleneğini yıkarak sokağa çıktı; doğal ışıklar ve doğal sesler kullandı. Farklı kurgu teknikleri denedi, bu esnada senaryolarda da değişime gitti. Mesela insanı gülmekten ağlatan bir sahnenin sonunda, vahşi bir cinayet gerçekleşebiliyordu. Seyirci senaryo ve kurgu teknikleri sayesinde sürekli merak içinde bırakılıyordu. Ama insan hayatında gerçekleşen çok sıradan bir şey de kameraya alınıyordu, hatta bu durum Fransız Yeni Dalga’nın en önemli özelliğini oluşturuyordu. (Les Quatre Cent Coups’da (400 Darbe) ders sırasında bir çocuğun sürekli olarak defterine mürekkep damlatması, Domicile Conjugal’da Antoine’ın bir türlü kırmızı rengi veremediği beyaz karanfil vb.)
Aslında bu akımını oluşturan yönetmenlerin temeli film eleştirmenliğine dayanmaktaydı. Cahiers du cinéma dergisi etrafında toplanan eleştirmenler/ yönetmenler önemli yazılar ve teorilerle bir nesile ilham kaynağı oldu. Bir nesile ilham kaynağı olan yönetmenlerin başında şüphesiz, “Auteur Teorisi” ile François Truffaut geliyordu.
François Truffaut, 1932 yılında evlilik dışı bir ilişkinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Normal olmayan bir aile düzeninde zorlu bir ergenlik geçirdi ve asla gerçek babasıyla tanışmadı. Ailede ona verilmiş tek görevi yerine getirdi: Ses çıkarıp kimsenin başını şişirmedi, ve kitaplara gömüldü.
Sinemaya olan tutkusu da ergenlik döneminde oluşmaya başladı. Sürekli okuldan kaçarak sinemaya giden Truffaut, bir süreden sonra vizyondaki tüm filmleri bir hafta içerisinde izleyip sonra aynı filmleri tekrar tekrar izler oldu. “Hayatımın Filmleri” adlı eleştirilerinin bulunduğu kitapta Truffaut, o günlerinden şu şekilde bahseder: “…Filmlerin içine girmeye çok ihtiyacım vardı ve bunu da sinema salonunu yok sayabilmek için beyaz perdeye gitgide daha yakın oturarak yapabiliyordum; dönem filmlerine, savaş filmlerine ve western filmlerine gitmiyordum, çünkü benzerlik kurmayı zorlaştırıyorlardı. Bunları bir kenara koyduğumda elimde polisiye filmler ve aşk filmleri kalıyordu; yaşıtım olan küçük seyircilerin aksine kendimi kahraman karakterleriyle değil, sakat olanlarla ve daha ziyade hata yapan karakterlerle eşleştiriyordum…”
Truffaut, okul ve aile hayatı sürekli sallantı halindeyken, Andre Bazin sayesinde kendisini yoran bütün şeylerden sıyrıldı ve Cahiers du Cinema’da yazmaya başladı. Rosselini’nin asistanlığını yaptıktan sonra birkaç kısa film çekti. Ardından ilk filmi olan Les Quatre Cent Coups’ı çekti ve bu esnada 27 yaşındaydı.
Yeni Dalga, Hollywood’u yüzeysel buldu ve bu yüzeysellikten kaçtı. Yönetmenler Hollywood stüdyo geleneğini yıkarak sokağa çıktı; doğal ışıklar ve doğal sesler kullandı. Farklı kurgu teknikleri denedi, bu esnada senaryolarda da değişime gitti. Mesela insanı gülmekten ağlatan bir sahnenin sonunda, vahşi bir cinayet gerçekleşebiliyordu. Seyirci senaryo ve kurgu teknikleri sayesinde sürekli merak içinde bırakılıyordu. Ama insan hayatında gerçekleşen çok sıradan bir şey de kameraya alınıyordu, hatta bu durum Fransız Yeni Dalga’nın en önemli özelliğini oluşturuyordu. (Les Quatre Cent Coups’da (400 Darbe) ders sırasında bir çocuğun sürekli olarak defterine mürekkep damlatması, Domicile Conjugal’da Antoine’ın bir türlü kırmızı rengi veremediği beyaz karanfil vb.)
Aslında bu akımını oluşturan yönetmenlerin temeli film eleştirmenliğine dayanmaktaydı. Cahiers du cinéma dergisi etrafında toplanan eleştirmenler/ yönetmenler önemli yazılar ve teorilerle bir nesile ilham kaynağı oldu. Bir nesile ilham kaynağı olan yönetmenlerin başında şüphesiz, “Auteur Teorisi” ile François Truffaut geliyordu.
François Truffaut, 1932 yılında evlilik dışı bir ilişkinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Normal olmayan bir aile düzeninde zorlu bir ergenlik geçirdi ve asla gerçek babasıyla tanışmadı. Ailede ona verilmiş tek görevi yerine getirdi: Ses çıkarıp kimsenin başını şişirmedi, ve kitaplara gömüldü.
Sinemaya olan tutkusu da ergenlik döneminde oluşmaya başladı. Sürekli okuldan kaçarak sinemaya giden Truffaut, bir süreden sonra vizyondaki tüm filmleri bir hafta içerisinde izleyip sonra aynı filmleri tekrar tekrar izler oldu. “Hayatımın Filmleri” adlı eleştirilerinin bulunduğu kitapta Truffaut, o günlerinden şu şekilde bahseder: “…Filmlerin içine girmeye çok ihtiyacım vardı ve bunu da sinema salonunu yok sayabilmek için beyaz perdeye gitgide daha yakın oturarak yapabiliyordum; dönem filmlerine, savaş filmlerine ve western filmlerine gitmiyordum, çünkü benzerlik kurmayı zorlaştırıyorlardı. Bunları bir kenara koyduğumda elimde polisiye filmler ve aşk filmleri kalıyordu; yaşıtım olan küçük seyircilerin aksine kendimi kahraman karakterleriyle değil, sakat olanlarla ve daha ziyade hata yapan karakterlerle eşleştiriyordum…”

Truffaut, okul ve aile hayatı sürekli sallantı halindeyken, Andre Bazin sayesinde kendisini yoran bütün şeylerden sıyrıldı ve Cahiers du Cinema’da yazmaya başladı. Rosselini’nin asistanlığını yaptıktan sonra birkaç kısa film çekti. Ardından ilk filmi olan Les Quatre Cent Coups’ı çekti ve bu esnada 27 yaşındaydı.
Jean-Pierre Léaud, Les Quatre Cent Coups (400 Darbe) filminde. (1959)
Baisers Voles (Çalınan Buseler). (1968)
Claude Jade ve Jean-Pierre Léaud, Domicile Conjugal. (1970)
Jean-Pierre Léaud, l’Amour en fuite. (1979)
Jeanne Moreau, Henri Serre ve Oskar Werner Jules et Jim (Unutulmayan Sevgili). (1962)
Charles Aznavour, Tirez sur le Pianiste (Piyanisti Vurun) filminde. (1960)
Les Quatre Cent Coups büyük ölçüde Truffaut’nun çocukluğunun izlerini taşıyordu. Filmin ana karakteri Antoine Doniel, tıpkı yönetmen gibi evlilik dışı bir ilişki sonucu dünyaya gelmişti. Aile içindeki tek görevi hiç yokmuş gibi davranmaktı. Truffaut gibi evden kaçmış, hayatını devam ettirebilmek için bir daktilo çalarken yakalanmış ve ailesi tarafından yetiştirme yurduna yerleştirilmişti. Bu film sayesinde Cannes En İyi Yönetmen Ödülü ve En iyi Senaryo Oscar adaylığına sahip olsa da Truffaut, bunlardan çok daha önemli bir şeye sahip oldu: Jean-Pierre Leaud’un dostluğuna ve oyunculuğuna.
Truffaut ve Jean-Pierre Leaud, Fransız Yeni Dalga’nın Doniel’e saplantılı iki insanı oldu ve Doniel serisi başladı. Baisers Voles’de Antoine naifliğinden dolayı ordudan çıkarıldı ve dedektif oldu. Bu esnada hayatının aşkı, “Annem, kızkardeşim, çocuğum” dediği Christine’i buldu. Domicile Conjugal’da Antoine ve Christine evlenmişti, ve bir çocukları olacaktı. Antoine hayatı boyunca hiç sahip olamadığı mutlu ailesi için çiçekçi olmuştu ve tek derdi renklendirmeye çalıştığı karanfillerin içinde rengini koruyan tek karanfildi. L’amour en fuite’de Antoine, yaşadığı düzenli hayattan sıkıldı ve her şeyi bırakıp hayatta yapabildiği en iyi şeyi yaptı: kaçtı. Düşününce Antoine üzerinden anlatılan her hikaye, aslında Truffaut’nun hayatı boyunca yaşamak istediği her şeydi; ama hayat, yönetmene sadece hayalindeki şeyleri canlandırabilecek bir sinema dehası verdi. Ve Jean-Pierre Leaud da Antoine’ı en iyi şekilde canlandırdı.
Antoine serisi dışında Truffaut çektiği diğer filmlerle de kendini dünya sinemasına ispatlamış oldu. Aynı kadına aşık olan iki genç arkadaşın hikayesini anlatan Junes and Jim, ve bir piyanistin hikayesini karamsar bir şekilde anlatan Tirez sur le pianiste filmleri öne çıktı ve bu filmler bazı eleştirmenler tarafından Truffaut’nun en iyi filmleri olarak kabul edildi.
Truffaut’nun son dönem filmleri, ilk filmleriyle kıyaslanınca çok fazla eleştiriye maruz kaldı. Düşünülünce bu Truffaut’nun çok da umrunda değildi. Ama bu eleştiriler eleştirmen Joseph McBride’ın umrundaydı ve bu yüzden bu konuyla ilgili “Eğer Truffaut’nun ilk eserlerindeki olağanüstü kamera hareketleri, nefes kesen kurgu ve keyif duygusu, daha sonraki filmlerinde daha az belirginse bunun sebebi anlatım ve tarzda daha bilinçli bir yaklaşım ve duygusal zenginliğin artmasıdır.” cümlesini kurma ihtiyacı duydu.
Truffaut, sinema dilini düşüncelerine ya da dönemin yapısına göre şekillendirmedi. Ona göre sinema, güzel bir kadının hareketlerini kameraya almak kadar zarif, bir insanın telaşlı bir şekilde karşıdan karşıya geçişini çekmek kadar basit ve odasında Balzac için anıt mezar yapıp, Balzac’ı anmak için bir mum yakmak kadar naif bir şeydi.
Truffaut sinemanın kırılgan yönetmeniydi ve Truffaut filmleriyle tüm kırılgan insanların en yakın arkadaşı oldu.
Truffaut ve Jean-Pierre Leaud, Fransız Yeni Dalga’nın Doniel’e saplantılı iki insanı oldu ve Doniel serisi başladı. Baisers Voles’de Antoine naifliğinden dolayı ordudan çıkarıldı ve dedektif oldu. Bu esnada hayatının aşkı, “Annem, kızkardeşim, çocuğum” dediği Christine’i buldu. Domicile Conjugal’da Antoine ve Christine evlenmişti, ve bir çocukları olacaktı. Antoine hayatı boyunca hiç sahip olamadığı mutlu ailesi için çiçekçi olmuştu ve tek derdi renklendirmeye çalıştığı karanfillerin içinde rengini koruyan tek karanfildi. L’amour en fuite’de Antoine, yaşadığı düzenli hayattan sıkıldı ve her şeyi bırakıp hayatta yapabildiği en iyi şeyi yaptı: kaçtı. Düşününce Antoine üzerinden anlatılan her hikaye, aslında Truffaut’nun hayatı boyunca yaşamak istediği her şeydi; ama hayat, yönetmene sadece hayalindeki şeyleri canlandırabilecek bir sinema dehası verdi. Ve Jean-Pierre Leaud da Antoine’ı en iyi şekilde canlandırdı.
Antoine serisi dışında Truffaut çektiği diğer filmlerle de kendini dünya sinemasına ispatlamış oldu. Aynı kadına aşık olan iki genç arkadaşın hikayesini anlatan Junes and Jim, ve bir piyanistin hikayesini karamsar bir şekilde anlatan Tirez sur le pianiste filmleri öne çıktı ve bu filmler bazı eleştirmenler tarafından Truffaut’nun en iyi filmleri olarak kabul edildi.
Truffaut’nun son dönem filmleri, ilk filmleriyle kıyaslanınca çok fazla eleştiriye maruz kaldı. Düşünülünce bu Truffaut’nun çok da umrunda değildi. Ama bu eleştiriler eleştirmen Joseph McBride’ın umrundaydı ve bu yüzden bu konuyla ilgili “Eğer Truffaut’nun ilk eserlerindeki olağanüstü kamera hareketleri, nefes kesen kurgu ve keyif duygusu, daha sonraki filmlerinde daha az belirginse bunun sebebi anlatım ve tarzda daha bilinçli bir yaklaşım ve duygusal zenginliğin artmasıdır.” cümlesini kurma ihtiyacı duydu.
Truffaut, sinema dilini düşüncelerine ya da dönemin yapısına göre şekillendirmedi. Ona göre sinema, güzel bir kadının hareketlerini kameraya almak kadar zarif, bir insanın telaşlı bir şekilde karşıdan karşıya geçişini çekmek kadar basit ve odasında Balzac için anıt mezar yapıp, Balzac’ı anmak için bir mum yakmak kadar naif bir şeydi.
Truffaut sinemanın kırılgan yönetmeniydi ve Truffaut filmleriyle tüm kırılgan insanların en yakın arkadaşı oldu.
Yorumlar
Yorum Gönder