NİLGÜN ÖNEŞ ile RÖPORTAJ|ÖZLEM DEVECİ





Nilgün Öneş. TV sektörünün tüketim odaklı sistemine inat sorgulatan, hatırlatan hatta yüzleştiren ancak sanatından da taviz vermeyen yapımlarda imzası olan bir senarist. Hatırlattıklarıyla bir kuşağı etkilediğini söylemek abartı olmaz. Zira ben de onlardan biriyim.


Özlem Deveci: Öncelikle Panzehir Dergi adına bizimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.

Nilgün Öneş: Ben de teşekkür ederim.

Ö.D: Sinema filmlerinin yanı sıra dizi senaryoları da yazdınız ve TV sektörünün birçok çalışanı dizilerin uzunluğundan şikayetçi, bununla ilgili eylemler yapıyorlar; siz de onlardan birisiniz. Sizce dizilerin bu denli uzun olmasının ne gibi sonuçları var ve bunun senaryoya etkisi nedir?

N.Ö: Evet, artık sektörün en önemli problemlerinden biri sürelerin uzunluğu… Yıllar önce Senaryo Yazarları Derneği’nde çalışırken “Yerli Dizi Yersiz Uzun” eylemini yapmıştık. 90 dakikalık sürelerin dünya standartlarına çekilmesini yani 50 dakikayla sınırlanmasını istemiştik. Neredeyse bütün sektör çalışanları katıldı, eylem ses getirdi ama sonuç vermedi. Aslında iyi zamanlarmış diyebiliriz. Şimdi yazarlardan 150 dakikalık bölümler yazması isteniyor. Tabii bu baskı ve sıkışıklığın sonuçları işlere yansımaya çoktan başladı. Derinlik ve etki giderek kayboldu. Günü kurtaran hikayelerle idare edilmeye çalışılıyor. Mantık hataları yapılıyor. Yorgun işler görüyoruz.
Sektörün tek sorunu süreler de değil artık. En ciddi problemlerden biri de yazarlara çalışması için çok kısa süre verilmesi. O kadar ki iki ayda, bir bölüm senaryo ve 5 bölüm, hatta 13 bölüm hikaye istenebiliyor. Birçok oyuncuya haftada 60-100 bin veya daha fazla ücret ödeyen bazı yapım şirketleri ön çalışmalar için yazarlara ayda 10 bin lirayı çok görüyor. Zamanı ve parayı kısıp işin en önemli parçasına baltayı vuruyor. Bu kadar kısa zamanda iyi bir işin çıkabilmesi imkansız olduğu için yazı gurupları başarısız ilan ediliyor ve proje başka bir yazı gurubuna devrediliyor. Çok ünlü bir oyuncuyu kadrolarına kattıklarında işin en önemli kısmını başardıklarına inanan yapımcılar var. Oysa tanınmış oyuncuların dizileri kurtaramadığı gün gibi ortada artık. Tüm dünyada olduğu gibi bizde de proje iyiyse herkes iyi, proje kötüyse herkes kötü. Yani başlangıç noktamız hiç kuşkusuz senaryo. Günümüzde işin en değersiz kılınan en az yatırım yapılan parçası.

Ö.D: TV sektöründe örgütlü mücadele ne ölçüde mümkün sizce?

N.Ö: Sektörde büyük bir özveriyle çalışan meslek grupları var. Hem çalışma koşulları hem de işlerin eski seviyelere getirilmesi için mücadele içindeler. Öte yandan         dayanışmaya başlarını çeviren sektör çalışanları da var. Oysa örgütlü mücadele      olmadan sonuç alabilmemiz mümkün değil. Dünyada bunun örneklerini gördük. Amerika’da bütün sektör birlik oldu, hayat durdu ve haklarını aldılar. Belli bir zaman için iş ve kazanç kaybını göze almadan, özveride bulunmadan adil bir çalışma ortamını hayal bile edemeyiz. Günü kurtarmak mı geleceğimizi kurtarmak mı karar vermemiz lazım artık. Bütün olumsuzluklara rağmen örgütlü mücadeleden henüz umudumu kesmedim.

Ö.D: “Hatırla Sevgili” den sonra senaryosunu yazdığınız “Bu Kalp Seni Unutur Mu” adlı dönem dizisi final yapamadan yayından kalkmıştı. Oldukça kaliteli bir diziydi ve kadrosunda çok iyi oyuncular barındırıyordu. Dizi için sadece reyting kurbanı demek doğru mu? Özellikle Diyarbakır Cezaevi sahneleriyle rahatsız edilen bir kesimin baskılarının da etkili olduğu söylenebilir mi?

N.Ö: Bu Kalp Seni Unutur Mu, Hatırla Sevgili’ye göre daha gerçekçi ve oldukça sert bir işti. Belki de insanlara hatırlamak istemedikleri şeyleri hatırlattık. Çünkü o karanlık günleri sadece seyreden büyük bir kalabalık vardı. Dizide o kalabalığı Kalamış Gurubu temsil ediyordu. Son derece ağır günler yaşanırken kendi hayatlarına odaklandılar, ölümlere, kayıplara, işkencelere gözlerini kapatıp yollarına devam ettiler. Hatta bugünden bakıp, “Neler yaşanmış da haberimiz yokmuş” diyenler bile oldu. Her açıdan zor bir işti. Ama Diyarbakır Cezaevi’ni gündeme getirebilmemiz bile bütün emeklere değdi. Bu konuyla ilgili olarak hakkımızda davalar açıldı, uyarılar aldık ama devam etmekten asla vazgeçmedik. Son olarak reytingi düşürmek için yayın saatini gece yarısına çekip işin yürüyebilme ihtimalini tamamen yok ettiler. Bütün bunlar neden yapıldı diye düşünürsek, evet birilerini fazlaca rahatsız ettik sanırım. Bence yazık oldu, günümüze kadar gelecek olan bir tarih dilimini anlatabilmeyi isterdim. Ama diziyi unutmayan çok ciddi bir seyirci kitlesi var, bu günlerde bile devamıyla ilgili umut var mı diye soranlar oluyor.

Ö.D: Hatırla Sevgili ile bir kuşağa unutturulmaya çalışılan tanıklıklarını hatırlatırken, bir kuşağa ise onlardan uzak tutulan; ülkenin yakın geçmişini anlattınız. Peki sizce böyle bir diziyi 2016’da çekip yayınlamak mümkün olabilir miydi?

N.Ö: Hiç zannetmiyorum. Böyle bir işe aklı yatacak yapımcıyı bırakın, yayınlamak için kanal bulmak bile sorun olabilir. Artık ortam ciddi bir şekilde değişti. Sansür yazarların başındaki en büyük problem. Buzlanan içki, sigara görüntülerinden veya öpüşemeyen karakterlerden söz etmiyorum. Doğrudan fikir sansüründen söz ediyorum. Yenilikçi, ortalıkta dönüp duran hikayelere benzemeyen projeler bile riskli bulunup beklemeye alınıyor veya çöpü boyluyor. Kore dizilerinden ve hala eski Türk filmlerinden medet umuluyor. Nedense seyircinin çok basit ve anlaşılır hikayelerden hoşlandığına dair bir inanç var. Sektör çalışanları ezberlemiş gibi aynı cümleleri kurup durmakta. Böyle bir ortamda derdi olan, söyleyeceği sözü olan bir iş düşünmek artık imkansız. Sadece politik nedenlerle değil, yukarda saydığım nedenlerden dolayı da…
h_sevgili_37_5(2)


Ö.D: Son zamanlarda düşük kaliteli yapımların daha çok alıcı bulduğunu söylemek mümkün müdür? Özellikle son zamanlarda.

N.Ö: Ben buna inanmıyorum. “Bugünkü seyirci” diye belirsiz bir kalabalıktan söz ediliyor. O kalabalığın belli hikayeleri izlediği, belli karakterlerden hoşlandığı var sayılıyor ve seyircinin üstüne istediği düşünülen duygular boca ediliyor. Sektörde en çok yapılan eleştiri “Bu hikayede hiçbir şey olmuyor… Olay yok!” Olaydan anladığımız şiddet. Sadece fiziksel şiddetten söz etmiyorum. Karakterler arasındaki diyaloglar bile şiddet içeriyor. Kaza, hastalık, adam öldürme vs. gibi eylemlerin içinde bulunmadığı işler “naif” ilan ediliyor. Ya beklemeye alınıyor ya da çöpe atılıyor. Sonuç; duygu dejenerasyonu. Sektör çocuğunu şımartır gibi seyircisini şımartma, ne istiyorsa verme telaşında ve doğal olarak da aradaki ilişki yüz göz olmuş durumda. Kafalar o kadar karışık ki kanallarda ve yapım şirketlerindeki son dönem oluşturulan drama gruplarından medet umulmakta. Onlar da önlerine gelen projelerde ne kadar hata bulurlarsa o kadar başarılı olduklarını düşünüyorlar. Oysa, bunu seyirci herkesten daha iyi yapabiliyor. Hatta onların yapmaları gereken şeyi yapıyor, öneri getirebiliyor. Bütün bu çabalar reyting uğruna… Ama geçmişteki reytingler artık hayal oldu. Demek ki düşük kaliteli yapımlar alıcı bulmuyor. Seyirci zorunlu olarak bir dizi seçiyor ve izliyor. Eskiden olduğu gibi sokaklar boşalmıyor artık. Kafalar o kadar karışık ki sektör çalışanlarının seyircinin ne istediğini bildiğini hiç sanmıyorum.

Ö.D: Dizilerle olduğu gibi Güz Sancısı gibi filmlerle de izleyicilerin bir anlamda geçmişle yüzleşmesini sağladınız. Son zamanlarda artan, toplumsal hiçbir kaygı gütmeyen düşük kaliteli yapımlar, sizin yapımlarınızın aksine günümüzde yaşananlarla yüzleşmeyi engelliyor diyebilir miyiz? Sanatın bu anlamda kullanılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

N.Ö: 12 Eylül döneminde insanların bir araya gelip düşünmelerini, hatta toplanıp sanat üretmelerini tehlikeli bulup fakültelerdeki hobi faaliyetlerini bile yasaklamışlardı. Böylece giderek sıradanlaşan hayatlar içinde, kariyer odaklı, sadece günlük hayat derdine düşen nesiller yetişti. Ama zaman işte, her şey değişiyor. Gezi olaylarında yepyeni bir nesil hepimizi umutlandırdı. Yani yaşadıkları ülkenin gerçeklerine gözlerini kapatmak istemeyen, olaylarla yüzleşmeye cesareti olan bir kitlenin varlığına inanıyorum. En zor meseleler bile sanatın diliyle etkili ve anlaşılır hale gelebilir. Sanatçının gördüklerinden etkilenip bunu kendi diline çevirebilmesi önemli. Yapılan bütün işlerin her zaman politik dertleri olmasından söz etmiyorum elbette. Gülüp eğleneceğimiz, duygulanacağımız başka projeler de olmalı. Ama bunlar da belli estetik ölçülerde, kendi tonunda, iyi düşünülmüş hikayelerle oluşturulmalı. Zeka içermeli. Filmler ve diziler sanatın bütün dallarını içine alabilir. Aldığında da değerli olurlar zaten. Yayında olan pek çok işin böyle bir derdi olduğunu düşünmüyorum. Yani sanatın bu anlamda kullanılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz diye sordunuz ya, zaten sanat kullanılmıyor. Televizyon tarihinin en berbat dönemini yaşıyoruz. Birkaç arkadaşımın büyük bir özveriyle yazdığı, iyi kotarılmış işleri izliyorum sadece, diğerlerine bakamıyorum artık. Bu projelerin ülkemizin gerçekleriyle yüzleşmek gibi bir dertleri yok zaten. Sorduğunuz gibi yüzleşmeleri engelleyip dikkat dağıttıklarını bile söyleyebiliriz. Kısacası 12 Eylül zihniyeti hala devam ediyor.
Televizyon toplum mühendisliğinin en önemli aracı değil mi?

Ö.D: Dergimize röportaj vermeyi kabul ettiğiniz için tekrar teşekkür ederiz, eklemek istediğiniz bir şey var mı?

N.Ö: Yok, ben de teşekkür ederim kolaylıklar dilerim.


Yorumlar